ARAFTAKİLER
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatler Ayarlama Enstitüsü adlı eserinde
yer alan Doğu-Batı kültürleri arasındaki çatışma, iki kültür arasındaki
bocalama ve bu çatışma ve bocalama sonucundaki eşikte kalma kavramları eserin
yazıldığı çağın ortak sorunlarını ifade etmesi açısından büyük önem taşır.
Eserde çeşitli kültürlerden etkilenen Türk toplumunun değişme sürecindeki
özellikleri ve durumu eserdeki karakterlerden yola çıkılarak topluma varan bir
teknikle anlatılmaktadır. Tanpınar’ın bu eseri; değişen zamanla beraber,
karakterlerin geleneksel yaşam biçimleri ve kültürleriyle, kendi kültürlerine
büyük ölçüde yabancı olan Batı kültürü arasındaki çatışma ve eşikte kalma
durumunu ele alan ironik tarzda oluşturulmuş bir eserdir.
Eserin başlarından sonuna doğru geçen ve
değişen zamanla beraber kimliklerdeki hareketlenmeler, değişiklikler eleştirel
bir tarzda aktarılmıştır. Zamanın karakterlerin kişiliklerinde meydana
getirdiği değişiklikler yadsınamayacak boyuttadır. Geçen, değişen zamanla
beraber kültür etkileşimi ve değişimi kendini göstermiştir. Kimliklerdeki bu
değişiklikler kesin bir çizgide tamamen Batı kültürüne adapte olma veya
muhafazakar bir tavırla geleneklere körü körüne bağlanmaktan çok, ikisi
arasında ‘‘eşikte kalma’’ şeklinde ifade edilebilir. Karakterler ne tamamıyla
geçmişlerinden, içinde büyüdükleri kültürlerden bağlarını koparabilmiş ne de
tüm benlikleriyle Avrupai bir havaya bürünebilmişlerdir. Karakterlerin
kimliklerindeki, benliklerindeki farklılıkları değişen zaman açısından
inceleyecek olursam olaya daha objektif bir şekilde yaklaşabileceğim
kanısındayım. Eserdeki karakterlerin
kültürlerinin dolayısıyla kimliklerinin değişimini gözlemlediğim, benim
‘‘değişen zaman’’ olarak ifade ettiğim bu kavramı Mehmet Kaplan üç ana devre
ayırmıştır: ‘‘İstibdat Devri, İkinci Meşrutiyet Devri ve Cumhuriyet Devri’’[1]
Mehmet Kaplan’a göre:
‘‘Romanın
kahramanı Hayri İrdal’ın çocukluk yıllarına rastlayan birinci merhalede-bu
devir istibdat devridir-insanlar bir Şark ortaçağının masal havası içinde
yaşarlar. Yaşanılan gerçek zaman ile insanların kapalı bir kavanoza hapsedilmiş
gibi yüzdükleri masal atmosferi arasında tam bir tezat vardır. Hepsi de
kendilerini musallat bir fikre kaptırmış olan bu insanların gerçek ile hiçbir
ilgileri yoktur. Duyuları dış aleme kapalı olduğu için şuurlarına acayip bir
takım hayaller, rüyalar, ümitler, yani gayrişuur hakimdir.’’[2]
Mehmet
Kaplan’ın da belirttiği gibi ‘‘değişen zaman’’ın ilk evresinde yani ‘‘İstibdat
Devri’’nde insanlar çevrelerinde, dış dünyada olup biten, gerçekleşen
olaylardan tamamen habersiz, içine kapanık, gerçekliğin uzağında, kendi iç
dünyalarında yaşayan bir tutum sergiledikleri görülmektedir. İnsanların yenilik
ve çeşitliliklerden habersiz, sadece geleneksel yaşam biçimlerini benimseyen,
gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı bir tavra sahip oldukları
gözlenmektedir. ‘‘Onların gördükleri elleriyle yokladıkları, duygularına cevap
veren şeylere herkes gibi inanmamaktan başka hiçbir günahları yoktu.’’[3]
Metinden alıntılanan bu sözler insanların realiteden uzak, çevresinde olup
bitenlere kayıtsız bir tavır takındıklarını destekler niteliktedir. Bu
alıntıdaki seçip kullanılan sözcüklere dikkat edecek olursak, kelimeler arasına
gizlenmiş dokundurucu ifadelerin, kullanımların farkına da varabiliriz. Yazar
eserdeki karakterler aracılığıyla göndermede bulunduğu masal aleminde yaşayan
insanların sadece küçük bir hatalarından, günahlarından başka hiçbir
günahlarının bulunmadığını, onların tertemiz insanlar olduklarını vurgular gibi
görünmektedir. Oysa bu vurgu tamamen tezatlar üzerine kurulmuş sözcükler
dizisinden oluşmaktadır. Yazarın ‘‘irreel bir hayat yaşamak’’ şeklinde
tanımladığı bu küçük hatanın aslında yeryüzünün en mühim hatalarından,
günahlarından biri olduğu ironik bir anlatımdan yararlanılarak belirtilmiştir.
Yazar insanların bu ortak sorununu doğrudan ifşa etmek yerine dokundurucu,
iğneleyici kimi sözcük ve ifadelerin eşliğinde vurgulama yolunu tercih
etmiştir. Mehmet Kaplan ‘‘değişen zaman’’ın ikinci devresini ise şöyle
nitelemektedir:
‘‘İkinci merhalede, yani İkinci Meşrutiyet
Devri’nde ve Birinci Dünya Harbi’nden sonra, imparatorluk tamamıyla dağılmış,
fakat insanlar yine de yaşadıkları çağın vazıh şuuruna ulaşamamışlardır.(…) Dış
dünya, eski masallarda olduğu gibi, burada da, irreel bir hayal alemi şeklinde
görünür. Fakat bu esnada masal çok abes bir rüya şekline girmiştir.’’[4]
Mehmet
Kaplan’ın belirttiği gibi ‘‘değişen zaman’’ın bu evresinde de insanlar
‘‘İstibdat Devri’’ndeki tutumlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Aynı zamanda
yine gerçeklikten uzak, hayaller aleminde var olmaya devam etme görüntüsü
içindedirler. Ancak bu devri bir önceki devirden ayıran temel farklılık ‘‘ abes’’
kavramının altında gizlidir. Birinci Dünya Harbi’nden sonra toplumun tanık
olduğu uygarlık meselesinin oluşturduğu bölünme, toplumda ‘‘abes-saçma’’ olarak
nitelendirilebilecek davranışların oluşmasına kaynak olmuştur. Bu ‘‘abes’’
olarak nitelendirilen olaylar dizisinin kültür ve karakterlerin üzerinde
oluşturduğu etki büyük önem taşır. Bu dönemde karakterlerin neden tuhaf ve
tutarsız davrandıklarını anlayabilmek ve açıklayabilmek için ‘‘abes’’ kavramını
anlamak gerekir. Romanın bu devrinde gerçekleşen saçma-alakasız durumlar
birbiri ardına sıralanır. Hayri İrdal’ın Abdüsselam Bey’in konağına
yerleşmesiyle başlayan olaylar dizisi bu ‘‘abes’’ kavramını destekler
niteliktedir. Abdüsselam Bey’in evine yerleşen Hayri İrdal’ın yine Abdüsselam
Bey’in konağında yetişen bir kız olan Emine ile evlenmesi, evdeki kalabalıktan
bunalan Abdüsselam Bey’in kendi gelinlerinin, damatlarının ve çocuklarının
konağı terk etmeleri, Abdüsselam Bey’in Emine ve Hayri İrdal’ın çocuklarına
İrdal’ın annesinin ismi olan Zaide yerine yanlışlıkla kendi annesi Zehra
Hanım’ın ismini vermesi ve bütün mal varlığını kendi annesi Zehra’ya
bıraktığını bildirmesi, Hayri İrdal’in Şerbetçibaşı Elması’nı çalmakla
suçlanıp, mahkemelere düşmesi bu ikinci devrin temel farklılığını oluşturan
'‘abes’' kavramının göstergelerini oluşturmaktadır. Karakterlerin bu şekilde
davranmalarına, olayları belirli şekillerde anlamlandırmalarına ve bunların
neticesinde kültürlerinde ve dolayısıyla karakterlerinde bazı dalgalanmaların
meydana gelmesine ‘‘abes’’ diye nitelendirilebilecek olayların varlığı neden
olmaktadır.
‘‘Bu
daima böyleydi.(…) Hiçbir şeyin birbirini tutmadığı ve her şeyin en şaşırtıcı
şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada, bilmediğimiz bir yerde kopan bir
fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi yaşamaya
başladım. Bu fırtına nerede kopmuştu? Hangi tuhaf ve zıtlarla dolu alemleri
yağma etmiş yahut nasıl karmakarışık bir armadayı böyle didik didik savuşturmuş
ki bize kadar getirip önümüze yığdığı şeylerin hiçbirini asıl kendi
çehrelerinde tanımamıza imkan yoktu.(…)’’[5]
Sözleri
de metindeki bu ‘‘saçma’’ olarak nitelendirilebilecek olayların varlığını
desteklemektedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi metinde bazı art arda gerçekleşen
olaylar dizisinde nedensellik ilkesi yetersiz kalmakta ve birbirinden alakasız,
saçma olaylar dizisi görülmektedir. Yaşanılan bu olaylar tamamen tezatlar ve
tuhaflıklar üzerinedir. “Değişen zaman”ın son evresi, Mehmet Kaplan’ın deyişiyle
“Cumhuriyet Devri” ni yansıtır. Mehmet Kaplan’a göre: “(…) Fakat “abes” en
kuvvetli ve en gülünç tezahürünü, romanın ‘‘Cumhuriyet Devri’’ne tekabül eden
üçüncü kısmında bulur.’’[6] Bu
son aşamada artık her şey büsbütün tuhaflık teması içine bürünmüştür.
İnsanların tutumlarında, karakterlerinde Batılı öğelerin etkisiyle kimi
değişiklikler fazlasıyla boy göstermiştir. İnsanlar “İstibdat Devri” ndeki çoğu
özelliklerinin tersi bir karaktere bürünmüşlerdir. İçine kapanıklığı bırakıp,
kendi kültürlerinden tamamen olmasa bile kısmen uzaklaşarak Batı kültüründen
etkilenmişlerdir. “İstibdat Devri”ndeki ahlaki ve dini kıymetin önemi, değeri
azalmaya başlamış; insanların düşüncelerindeki ve duygularındaki kimi
değişiklikler onların tutumlarına dolayısıyla karakterlerine yansımıştır.
“Karımı “Allah iyilik versin!” diye arkasında
bekleyen buldoğa bıraktın. ‘‘Elbette bütün bütün yemez ya!..” Eşiğe yakın bir
yerden bir “hello” sesi geldi. Döndüm. Küçük baldızımdı. Kendisine hiç yakışmayan
kıpkırmızı tuvaletin içinde, her an sıyrılmağa hazır bir hançer gibi,
etrafındaki erkeklerle dalaşıyordu. (…) Baldızım yanına yaklaşınca etrafındakileri
bıraktı ve bütün vücuduyla bana abandı.”[7]
Cümleleri
“değişen zaman”ın son devrindeki karakter değişiklerine ve Batı kültürünün
etkisini göstermektedir. “hello, abanmak” vb sözcüklerin kullanımı da Batı
kültürünün ve ahlaki değişimlerin varlığını destekler niteliktedir. Eser,
sadece bireysel olarak değil, devletin üst makamlarındaki seçkin kesimlerin de
Batılı zihniyet ve kurumların karşısındaki tutumlarını, batılılaşmanın ve bu
yöndeki çözüm arayışlarının ne kadar kopuk, hayat pratiğinden ne kadar
yalıtılmış olduğunu açıklaması açısından işlevseldir. Yazar baskı döneminin
mevcudiyetinden dolayı, bunları açıkça söyleyememiş, ironik bir anlatıma
başvurmuştur.
Yazar, kendi kültürüyle Batı kültürü
arasında kalan insanların bu her iki yönünü eleştirel bir dille birbirleriyle
ilişkilendirerek anlatımını güçlendirmiştir. Eserindeki kimi kahramanlar aracılığıyla
toplumdaki insanların genel görüntüleri hakkında belirli çerçeveleri gözler
önüne sermiştir. İnsanlar Batı kültürünün etkisiyle düşünce, tutum ve
davranışlarındaki bazı değişikliklere, yeniliklere rağmen kendi kültürünün bazı
öğelerinden de sıyrılamamış, adeta bu iki kültür arasında, eşikte kalmışlardır.
‘‘Kendisine mahsus eski ile yeni arasında bir dil, hemen hemen o kadar yapmacık
bir kıyafet ve başta Frenk taklidi sivri bir sakalla bir çehre uydurmuştu. Bu
yapma çehre ve kıyafet ve yapma dille, her işin dış tarafında kalmak şartıyla
sabahtan akşama kadar dünyanın en akla sığmaz hikayelerini anlatıyordu’’
cümleleriyle anlatılan eserin bir karakteri dönemin insanlarının çeşitli
özellikleri hakkında bizlere geniş bilgiler verilmektedir. Bir karakter
üzerinden gönderme yapılarak toplumdaki genel insan profili hakkında bilgi
veren bu cümlelerin de gösterdiği üzere, çoğu dönem insanı gerek giydiği
kıyafet, gerek kullandığı dil, gerekse çeşitli dış-fiziksel özellikleriyle
özgün olmaktan, belirli bir kültüre sahip olmaktan uzak bir tavır
sergilemektedirler. Ancak eserdeki en mühim kişilik değişimi Hayri İrdal’ın
halası Zarife Hanım’da olmuştur. Ölümden dönüp o hasta ve mecalsiz halini
gördükten sonra asla eskisi gibi vücudunu hor görmeyen, ‘‘çirkinlik,
biçimsizlik, yaşlılık’’ gibi düşüncelerden kendini hep uzak tutan, serveti
hakkındaki düşüncelerinde de radikal kararlar alan, ölümün ucuna gelinceye
kadar hep saklamak, artırmak istediği servetini saklamaktan ve artırmaktan vazgeçip,
onu son kuruşuna kadar tüketme kararını alan, dış görünümüne çok dikkat eden,
modern görünmeye çalışan Zarife Hanım bile onca çabasına rağmen özünden,
yaşayıp büyüdüğü çevrenin etkisinden kurtulamamıştı.
‘‘(…)
Halam, bir elinde başının üstünde salladığı şemsiyesi, öbüründe bir yığın
gazete ve bavul kadar büyük bir çanta, beyaz saçlarının üzerine kondurduğu
siyah, büyük tüylü, bir kartal kadar azametli şapka, bir fırtına gibi içeriye
girdi. Merkezefendi mezarlığından dönüşü kadar garip, şaşırtıcı bir hali vardı.
Makyajlı yüzü hiddetten alt üsttü. Pudra ve sürmelerinin arasından gözleri
şimşek gibi parlıyordu. Bileklerinde, parmaklarında, boynunda, kulaklarında bir
yığın mücevher vardı. Sırtında yeldirmeye benzeyen bej rengi pardösüsüyle
yürürken daha ziyade uçuyora benziyordu.(…) Sonra birdenbire beni gördü. ‘‘Seni
arsız, hayalsiz, dolandırıcı… O şıllık karın demek beni affediyor ha!’’(…) Aman
halacığım… Allahaşkına, diyemeden kırık şemsiyenin dip tarafı burnuma indi’’[8]
Cümleleri
biraz önce söylediklerimi destekler niteliktedir. Yani
Hayri İrdal’ın halası Zarife Hanım tipi modernliği sadece dış, fiziksel görünüş
olarak yakalayabilmiş, özünde kaba konuşan, tehditkar, otoriter, modernlikten,
Batı kültürünün gerektirdiklerinden yoksun insanları temsil etmektedir.
Yukarıda bahsettiğim her iki alıntının da desteklediği gibi eserde geçen dönem
itibariyle insanların iki kültür arasında kalarak bocalaması, bütün
özellikleriyle bir kültüre sahip olamama durumu söz konusudur. Berna Moran'ın
da belirttiği gibi:
"(...) Tanpınar, hiç kuşkusuz kıraathane
halkını anlatırken toplumumuzun Tanzimat'tan sonra iki uygarlık arasındaki
bocalayışını da dile getirmektedir. Kıraathane bahsini doğru anlamak için
" Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan" adlı makalesinde söylediklerini
hatırlamamız gerek. Biz tarihi ve coğrafyayı bir zorunluluk gereği Tanzimat ile
Batı'ya yönelmişiz ama ne eskiyi bırakabilmiş ne de yeniyi tam olarak
alabilmişiz. Mimarimizde, ev eşyalarımızda, kıyafetimizde, hayat tarzımızda bir
ikilik doğmuş. (...)"[9]
Cümleleri yukarıda savunduğum görüşleri
destekler niteliktedir. Toplumdaki insanlar ne eski kültürlerinden kopabilmiş,
ne de yeni kültürü her yönüyle benimseyebilmişlerdir. Bu durum da
insanlarımızın yaşayış biçimlerinde bütünüyle bir ikililiğe yol açmıştır. ‘‘(…)
Ayakkaplarım söküğü görülmesin diye gayretler ederek, terbiyeli terbiyeli
oturduğum sandalyeden-Avrupa’da böyle yapılırmış, tabii müdür sıfatıyla oturmam
için söylüyorum, ayakkapların eskiliğin için değil-(…)’’[10] ‘‘Kendisini bazen Jeanette Mac Donald, bzen
Rosalinne Russell sanan, beni Charles Bayer ile Clark Gable ile William Powell
ile karıştıran, bir gün evvel komşu kızını Martha Egerth’e benzettikten sonra
ertesi gün pencereden, ‘‘Martha, kardeşim, nereye gidiyorsun böyle?’’ diye
seslenen bir kadınla evlenmedinizse bu işin acayipliğini size anlatamam’’[11] cümleleri iki kültür arasında, eşikte
kalan insanların tutum ve davranışlarını eleştirel bir bakış açısıyla
anlatmaktadır. Özellikle yazarın kullandığı ‘‘Avrupa’da böyle yapılırmış’’ ifadesi
ve ‘‘Charles Boyer, William Powell, Martha Egerth’’ gibi ünlü isimlerle kendi
ailesinin bireylerini özdeşleştirmesi yanlış batılaşmaya bir tepki niteliği
taşımasıyla işlevseldir. Yazar anlatımını güçlendirip pekiştirmek için,
batılaşmadaki aksaklıkları çarpıcı sözlerle ironik bir tutumla dile
getirmiştir.
Yazar döneminin sorunlarına kayıtsız kalmayıp, toplumun ortak sorunu
olan batılılaşma konusundaki insanların yanlış tutumlarını, davranışlarını
eserindeki fertlerden topluma göndermeler yapan ironik bir tarzda belirtmiştir.
Yazar, Hayri İrdal’ın anılarını esas alarak oluşturdu bu eserinde, İkinci
Abdülhamit, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerindeki Türk toplumunun
maceralarını, sorunlarını tüm yönleriyle ele alıp tenkit etmiş ve toplumun
aksayan yönlerini gözler önüne sermiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı bu
eseri arafta kalmış insanların öyküsünü ironik bir dille anlatan Türk Edebiyatındaki
toplumsal gerçekçi çizgide yazılan başat bir eserdir.
KAYNAKÇA
- Moran,
Berna. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir
Gül Bu Karanlıklarda içinde , hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan
İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
- Kaplan,
Mehmet. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir
Gül Bu Karanlıklarda içinde, hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan
İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
- Tanpınar,
Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama
Enstitüsü. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2010.
[1]Mehmet Kaplan, ‘‘Saatleri Ayarlama
Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde,
haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 121-123.
[2] Mehmet Kaplan, ‘‘Saatleri Ayarlama
Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde,
haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 121-122.
[3] Ahmet
Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.44.
[4] Mehmet Kaplan, ‘‘Saatleri Ayarlama
Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde,
haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 122.
[5] Ahmet
Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.140.
[6]Mehmet Kaplan, ‘‘Saatleri Ayarlama
Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde,
haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 122.
[7]Ahmet
Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.323-324.
[8] Ahmet
Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.279.
[9] Berna Moran,
‘‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü,’’ Bir Gül
Bu Karanlıklarda içinde, haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul:
Kitabevi 165 Y, 2002), 278.
[10] Ahmet
Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.144.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder